Muharrem Ayı
Muharrem…
Evet… Yine geldi yeni bir yıl… Hicrî yıldönümü… Dînin kalplerden, gönüllerden, bir toplumun bütün yaşamına nüfûz etmeye adım attığı o mübârek ay…
Yine geldi savaşın yasaklandığı, barışın yeşerdiği barış aylarından Muharrem…
Bu ay; “Haram aylardan biri!”;
Gönlümüz sevinç dolu, yüreklerdeki pusula barışı gösteriyor…;
Bize böyle belletti ilâhi öğreti… Barış olmalıydı… Savaşa son verilmeliydi… İnsanlar kucaklaşmalı, her halde kardeş olduklarını hatırlamalıydılar. Aynen Müminlerin Emîri Ali’nin (a) buyurduğu gibi… Ya dinde kardeş… Ya yaratılışta…
Ve nitekim öyle de olmuştu… O şanlı rehber Resûlullâh’ın (s.a.a) bütün akvâl ve efâli de buna canlı tanıktı…
Öyle bir aydı ki Mâh-ı Muharrem; o aya Mekkeli müşrikler dahi bir yere kadar hürmet ediyor, o zaman diliminde biraz olsun savaşa ara veriyorlardı…
Pekiii…
Muharrem geldi mi yalnızca sürur mu duyar yürekler? Yeni bir yıla girmenin sevincini mi yaşar kalpler. Barış mı söyler diller? Aslâ! Aslâ!
Bu ay bir yönüyle de; “hazan ay”ı, “hüzün ay”ı, “dert ay”ı, “matem ay”ı, “belâ ay”ı olur da dikilir karşımıza…
Ne zamandan beri?
Örnek Mekke İslam Devleti’nin bânisi âlem-i melekûta urûc eyledikten kısa zaman sonra ‘ne olduysa bilinir’, barış ayı savaş ayına döner…
Henüz peygamberin bedeni bile soğumadan bir uğursuz el değiştirir Muharrem’in içeriğini… Artık “barış ay”ı değildir Muharrem. “Katliam ay”ıdır. Zulüm “ay”ıdır. “Kan ay”ıdır. Kavga, çile, ıstırap… ayıdır.
Resûlullâh’ın iki büyük emânetinden Kur’ân dillerde okunur da okunur… Ancak diğer emânetin, Resûlü gören son ferdi, Peygamber torunu Hz. Hüseyin ve bağlıları Muharrem’in bir gününde (On’unda) Kerbelâ’da hunharca katledilir. O gün Âşûrâ’dır… Orası Kerbelâ’dır… Sadece adları Müslüman olan kâtillerin, satılmışların, alçakların, makam, mevki, mal-mülk tapıcılarının, zer ve zor kullarının İslâm’ın biricik evlâdına kıydıkları yerdir Kerbelâ…
Oradan sağ çıkanlar esir, Ehl-i Beyt dostları, yârenleri dertlidir. Artık tarihin akışı değişmiş, kimse açık oynamaz oyununu. Yüzlerde binbir maske, dillerde binler yalan, ‘müslümanım’ diyen hokkabazlar ümmetin varını yoğunu ederler talan.
Peygamberin, zamanındaki vârisini katlettiren Yezit de der; “Elhamdülillâh biz de müslümanız. Hüseyin ve taraftarları dini istismar ediyorlar. Onlar birer âsi ve hâindirler. Bana itaat etmeleri farzdır…” gibi hezeyanları… Evet, evet… Bu ve benzeri bahanelerle, yaşayan İslâm’ı öldürmek ister o günün Tâğûtu…
Peki, ulaşır mı hedefine?
O da ne demek?.. Yezit nerede, hedefe ulaşmak nerede? Henüz Peygamber evinin öğrencileri hayatta iken nifak nasıl kalıcı başarı elde edebilir?
Hüseyin gibi erler var olduğu müddetçe İslam yok edilebilir mi?…
Hüseyin (a) ve Kerbelâ fedâileri (s.a.) Rab’lerine yevm-i mîsak’ta söz verdikleri üzere görevlerini yapar, şehâdet şerbetini yudumlarlar. Onlar ilâhî nimetlere ulaşır, dillerde ve gönüllerde taht kurarlar. Diğerlerine gelince…
İşte böyle… Kâbil ile başlayan zulüm Yezit ile devam eder.
Nemrut’a karşı İbrâhîm,
Firavun’a karşı Mûsâ,
Ebû Cehil’e karşı Muhammed, nasıl hakkın bekâ ve ikâmesi yolunda her şeylerini ortaya koydularsa, Şehitler serdârı Hz. Hüseyin de ceddinin yolunda tüm varlığını hakka adar.
Âşûrâ bir gün ki; Bir yüzü kara, bir yüzü ak gün…
Karadır; O gün işlenenleri dil söylemeye, kulak dinlemeye, kalem yazmaya utanır. Göz izlemeye, ruh hissetmeye dayanamaz.
Karadır; Meleklerin; ‘kan dökecek birilerini mi yaratacaksın?’ diye insanın yaratılış hikmetiyle ilgili Rabb’e yönelttikleri suâli haklı çıkaran zulüm, kıyım, cinâyet ve aşağılık davranışlar sergilenmiştir o gün.;
Hem de aktır; İnsanlık âlemi Allâh’ın meleklere hitaben “ben sizin bilmediklerinizi bilirim” kelâmını Hüseyin gibi üsvelerle tasdik eder olmuştur.
Aktır; Yeryüzü o gün; hak, adâlet, özgürlük, hukuk, barış, insanlık, ahlak, erdem, cesâret, şecâat, fazilet, fedâkarlık… gibi hasletlerin makro düzeyde tecellîsine şâhit olmuştur.
Kerbelâ artık bir mektep olmuştur özgürlük âşıklarına bundan böyle…
Ey kendisine salât-u selamlarımızın ulaştırıldığı yüce Peygamber!…
Şimdilerde ne haldeyiz bilir misin?
Duy sesimizi, işit feryâdımızı, gör ümmetin ne hallerde… Bizimle birlikte Rabb’in dergâhında dile getir acılarımızı.
Senden sonra yetim kaldık. Kimsesiz kaldık. Elimizden bir tutan olmadı. Göz yaşlarımızı silen olmadı. Ne hallere düştük ne hallere bir bilsen… Kötüler baş oldu, iyiler ayak. Diller lâl oldu, sağırdır kulak. Haklar çiğnendi, bâtılın bayrağı dikildi İslâm burcuna… Ehl-i nifak artık maskesiz dolaşır oldu. Attı yüzünden nifak perdesini… Yıllar yılı emek vererek büyüttüğün tevhit ağacı meyve vermez oldu. Ne meyvesi yâ Resûlallâh… Dalları kurudu, yaprak bile açmaz. Neredeyse ağacı kökünden kurutuyorlardı.
Biliyoruz yâ Resûlallâh… Bu din sahipsiz değil. Fidanın koruyucusu elbet Allâh’tır. Onu diktiren şüphesiz koruyacaktır. Rabb’imizin ahdi vardır dînini korumaya…Bizim şikâyetimiz bizdendir. Görevimizi bihakkın yerine getir(e)mediğimizi ifâde ediyoruz.
Ey kutlu Resûl!
Sanırız yüzyıllar öncesindeki denâet size ulaştırılmış, siz ondan haberdâr kılınmışsınızdır. Hakkın savunucularının Kerbelâ sahrâsındaki çektiklerinden… Zulmün Kerbelâ’da son bulmadığını da size ulaştırdılar mı? Haber verdiler mi tüm yeryüzünün Kerbelâ’ya döndüğünü… Her günümüzün Âşûrâ olduğunu?
Duy eyy Resûl! Gör eyy âlemlere rahmet kılınan zât (a.s.)
İşte; Bosna bir Kerbelâ… Çeçenistan bir Kerbelâ… Lübnan, Afganistan bir Kerbelâ… Orta Asya bir Kerbelâ… Irak bir belâ… Anadolu bir Kerbelâ… Zulümler, zulümler, zulümler… Kan, kan, kan… Savaş, savaş, savaş… Öyle ki; Küllü yevmin Âşûrâ, Küllü ardın Kerbelâ…
Ataları İslâm’ın bileğini bükememiş çağdaş Yezitler dört bir yandan saldırıya geçmişler. Ümmet mazlûm, ümmet garip, ümmet yetim… Hüseyinler arıyor ümmet…
Hüseyin’in yolunda gidenler artık yalnızca göz önünde katledilmiyor. Tarihteki Yezid’in bile aklına gelmedik metotlarla uygulanan cinâyetlere, komplolara kurban ediliyor. Yine Zeynülâbidînler zindanlara tıkılıyor. Yine Rukiyyelerin, Zeyneplerin ismeti çiğneniyor, kan ve göz yaşları sel olup akıyor. Yine çoğunluk haktan yana tarafsız, zulme seyirci, sindirilmiş, kandırılmış, korkutulmuş, ezilmiş, horlanmış…
İşte hâlimiz yâ Resûlallâh… Dünden bugüne değişen tek şey; takvimin gösterdiği rakamlarla, oyuncuların farklılığı…
Ey Habîballâh!
Alemlerin Rabb’inden niyazımız odur ki; senin ve tüm iyilerin hürmetine bizlere katından bir yardımcı, bir kurtarıcı göndersin de kurtuluşa erelim. Dürelim zulmün defterini. Son verelim yalana, talana, haksızlığa, haksız savaş ve kavgalara… Döndürelim Muharrem’i yine “barış ay”ına… Muhammedî İslâm’ı egemen kılalım tüm dünyaya…’