Bahsimiz “Bismillah’ın “ba” harfindeydi. Bismillah’ın “ba” harfinin manası şudur: Muvahhit mümin daima bir kul gibi davranmalıdır. Köle gibi bir başkasına ait olduğunun bilincinde olmalıdır. Zira o, Allah’ındır. Sen Allah’a aitsin. O’nun yaratığısın. Kendiliğinden hiçbir bağımsızlığın yoktur. O’nun mahkûmu ve mağlubusun; yani, O’nun iradesi altındasın. O neyi irade ederse, o olur. Sen meselâ yaşlanmamayı, zayıf ve hasta olmamayı istiyorsun, ölmemek, bekaya kavuşmak arzusundasın. Ama O’nun esirisin. O’nun kahredici gücü ve iradesi altındasın. Kendiliğinden hiçbir bağımsızlığın yoktur.
Eğer kendinde bir bağımsızlık görür de “ben böyle yaparım, şöyle yaparım” dersen, iman ve kulluktan ayrılmışsın demektir. Kendin için bir mevki ve makama kail olursan, asıl makamından düşmüş olursun. “Benim malım” ve “benim mevkiim” demeyi bir kenara bırak.
Birdenbire zengin olan bazı şahıslar kendilerini kaybederek bağımsızlık iddiasında bulunuyorlar ve “ben uyanık biriyim, bu yüzden bu kadar mala sahip oldum” diyorlar. İşte bu “ben, ben” demeler, insanı ilâhî kahır ve gazaba uğratmakta ve onu zelil kılmaktadır. Dolayısıyla da ettiğimiz birçok iddialar sebebiyle tövbe etmeliyiz.
Aklıma seyyar satıcılık yapan bir şahsın hikâyesi geldi. Bu şahıs geçimini seyyar satıcılıkla sağlıyordu. Azerbaycan’ın (İran’ın Azerbaycan eyaleti) Şahseven bölgesi ahalisindendi. Mezkûr şahıs seyyar satıcılığı esnasında kör olan bir kabile reisine rastlıyor. Bu kabile reisinin birçok sürüsü varmış; ama hepsini de kaybetmiş. Bir hayli de çocukları varmış. Kabile reisinin çocukları seyyar satıcıya, “Babamızla otur ve sohbet et de biraz gönlü açılsın ve gönlündeki dertleri silinsin” derler…
Seyyar satıcı kabile reisinin hâlini sorar. Kabile reisi ağlayarak şöyle der:
Ne diyeceğimi bilemiyorum! Bir ara o kadar sürüm vardı ki, şu sahralar koyun, deve veya diğer büyük baş hayvanlarımla doluydu. Uzak dağların üzerinde bile sürülerim vardı. Birkaç fersah ötesine kadar da akrabalarım ve yakınlarımın çadırları vardı. Bir gün oğullarımdan daha çok sevdiğim bir torunumu yanıma alarak ata binip seyahate çıktım. Nereye gittiysek, hep sürülerimi görüyordum. Torunuma dedim ki: “Büyük babanın bunca malı var. Eğer Allah büyük babanı fakirleştirmek istese bile, bu, uzun yıllar sürer.”
Velhasıl, dağın eteklerine varınca, kıble tarafından siyah bulutların geldiğini gördüm. Bölgeyi baştanbaşa kaplamıştı. Aniden doluyla karışık yağmur yağmaya başladı. Dolular ceviz büyüklüğünde ve çok şiddetli bir şekilde yağıyordu. Duracak yerin olmadığını görünce, bir mağara bulduk ve torunumla oraya sığındık…
Bir saat sonra ne olduğunu görmek için başımı mağaradan dışarı çıkardım. Onca mal ve onca sürüden hiçbir şey kalmamıştı. Tüm varlığım yok olup gitmişti. Hiçbir şeyim kalmamıştı. Bir saat içinde fakirleşivermiştim…
Ağladım ve “Hiç olmazsa atımı bulup da bir şeyimin kalıp kalmadığına bakayım.” dedim.
Torunumu bir taşın yanına oturttum ve atımı aramaya çıktım. Aniden bir ses işittim. Arkama dönünce bir kurdun torunumu yemek istediğini gördüm. Tüfeğimle nişan alarak onu öldürmek istedim. Ama yanlışlıkla çok sevdiğim torunumu vurdum, anında can verdi. Üzüntüden silahımla başıma vurdum ve gözlerim kör oldu. Bir saat içinde zillet ve mezellete düştüm.
İşte bağımsızlık iddiasında bulunan bu milyoner şahıs kendisinin ve her şeyin Allah’tan olduğunu unutmuştur.
“Bismillah” yani her işimi kendi kudretim ve idrakimle değil, Allah’ın yardımıyla yapıyorum. Doktor bey de reçete yazarken “Bismillah” demelidir. Yani fikrim ve ilmimle değil, Allah’ın yardımıyla…
Şoför bey, sen de direksiyonun başına geçince bağımsız değilsin. Kudret ve kuvvet sadece büyük ve yüce olan Allah iledir. Kudret ve güç sadece Allah’tandır.
Şunu da arz edeyim: Bir müddettir batıl bir söz ağızlarda dolaşıyor ki, mutlaka bertaraf edilmesi gerekir. Diyorlar ki: “Her işte ilerlemenin sebebi kendine güvendir. İnsan kendine güvenirse ilerler. Yani istediğin her şeyi yap ve kendine güven. Hangi işin peşinden koşarsan mutlaka o olur.”
Bu söz küfür ve cehalettir. Kendine güven nedir? Kendin nesin ve sen kimsin ki, kudretine dayanıyor ve “dileyince her şey vücuda gelir” diyorsun?
Binlerce defa karar aldın, işin için koşup koşuşturdun… yine de olmadı. Acaba elinden hiçbir şeyin gelmediğini kendin de görmüyor musun? Tüm varlık âlemini kudretiyle yaratan Allah, her neyi dilerse o olur. O, neyi irade eder ve neyi maslahat görürse o olur. Sen bir avuç topraktan başka bir şey değilsin.
Meselâ şu anda şu hayatın kendine mi aittir? Kendin mi kendini koruyorsun? Hakikat böyle değildir. “Sadece kendine güven” diyen insan gerçeği anlamamıştır. Kendinde bir şey olduğunu hayal etmektedir. Her türlü müşkülü halletmek, insan nefsinin işi değildir. Nefis bundan acizdir. Eğer doğru diyorsan yatma! Bazen insan işi olunca her ne kadar yatmamaya çalışsa da yapamıyor, bir türlü bunu beceremiyor. Eğer kendine güvenin bir faydası varsa yaşlanmanı, saçlarına ak düşmesini, zayıf ve hasta olmanı önle…
Ama sen gitmesen de seni götürürler. Gitmemek senin elinde midir?
Bu küfür ve yanlış söz, terk edilmelidir. “Kendine güven” de ne demek? “Allah’a güvenmekten söz et… Halik ve rezzak olan Allah’a güvenmek gerekir. Benim canım da O’nun elindedir. O’nun kudretinin nihayeti yoktur. Her türlü müşkülü halletmek O’nun kudretine nazaran kolaydır. Niçin O’na itimat etmiyor, O’na güvenmiyorsun?
Kendi kendine bir fayda vermek de senin elinde değildir. Hakeza kendinden herhangi bir zararı da uzaklaştıramazsın.
İnsanın daima muhtaç olduğu faydalardan biri de, yemek ve sarf ettiği enerjiyi yeniden kazanmaktır. İnsan daima enerji kaybetmekte ve kudreti azalmaktadır. Dolayısıyla da daima yemesi ve yeniden enerji kazanması gerekir. Aksi takdirde birkaç gün sonra erir ve yok olur. Beslenme ve tükettiği enerjiyi yeniden kazanma, beşer için zarurî bir şeydir. Hangi beşer yiyeceklere olan ihtiyacını giderebilir veya kaybettiği enerjiyi kendisi bizzat kazanabilir? Acaba hiçbirimizin bedenimizin dâhilî beslenme sisteminden haberi var mı? Hâlbuki daima da ona teveccüh etmekteyiz.
Biz aslında bu beden binasında nelerin olduğundan habersiziz. Bedenin iç sistemi daima düzenli bir şekilde çalışmaktadır. Oysa insanın bunda bir rolü ve bir katkısı yoktur… Sahip olduğu tek beceri, lokmayı ağzına koyması ve yutmasıdır. Ama lokma aşağı gidince artık hiçbir şey onun ihtiyarında değildir. Bedenin dâhilî işlerini kendi ihtiyarında bulunduran nefis hangisidir?
Ey insan! Bu kadar “ben, ben” deyip durma!… Salt, “kendine güven” olgusu küfürdür. Allah’a güvenmeye bak. Allah istemedikten sonra, hangi işin peşinden koşturursan koştur, o iş olmaz.
“el-Kelâmu Yecurru’l-Kelâm” kitabında Merhum Zencanî şöyle yazmıştır:
Milyoner bir şahıs Amerika’da bir arsa alarak bilmem kaç katlı bir bina yaptırdı. İşin yarısında parası tükendi. Mecburen binayı bankalara ipotek ettirerek borç aldı. Öbür taraftan alacaklılar da ona baskı yapıyorlardı. Bunca borçlar ve borçların üstüne gelen faizlerin iflastan başka bir hâsılı olmadığını görüyordu. O binayı da kimse almıyordu. Zaten alsa da borçların üzerine gelen faizleri dahi karşılamazdı. Dolayısıyla çareyi intiharda buldu. Oturup nasıl intihar edeceğini düşündü. Sonunda, “Eğer zehir içecek olursam, akrabalarım yetişip beni kurtarabilir. O hâlde ihtiyatlı olmalıyım. Hem zehir içmeli, hem de kendimi yüksek bir yerden aşağı atmalıyım” dedi. Zehir içti ve kendisini binanın üzerinden aşağı attı. Kendine güvenerek, bir şeyler yaptığını ve mutlaka öleceğini zannetti. Ama binanın alt kattaki bir çıkıntısına takıldı ve baş aşağı asılı kaldı. İçtiği zehirleri de kustu ve etraftan yetişerek onu aşağı indirdiler ve ölümden kurtardılar.
İnsan kendi kendine bir iş yaptı mı, yüzde yüz neticeye ulaşacağını zannediyor. Elinde olan tecrübelerle işleri ilerletebileceğini hayal ediyor.
Bu vehimleri bir kenara bırak. Allah neyi isterse o olur. Geçmişimiz için tövbe edelim. Yalnızca kendimize güveni kenara itelim. Allah’ın kuvvet ve kudretini göz önünde bulunduralım. Yediğimiz lokmadan tutun, diğer büyük işlere kadar her şeyimizde Allah’a güvenmeliyiz. İnsan küçüktür. Büyük olan Allah’a dayanarak büyüklük kesp etmelidir. Gaybdan kuvvet almalıdır. Allah’ın yardım ve lütuflarını algılamalıdır.
Bu mübarek “Besmele” ayetinde Esmau’l-Hüsna’dan üç isim vardır: Allah, Rahman ve Rahim. Tüm ümitler de bu üç isimedir. Bu üç isme umut bağlanır ve bu üç isimden korkulur. Allah’ı rahmaniyetiyle tanıyan, her yerde Allah ‘in rahmetini müşahede eden ve kendisini nimet ve rahmetler içinde gören kimse korkuya kapılır. “Bu nimetler karsısında şükrettim mi? Bunca nimetler karşısında kulluk ve ihlâsta bulundum mu?” diye endişeye kapılır. “Gafletlerim başıma neler getirecek?” diye kaygılanır, küfran-ı nimet sebebiyle baştanbaşa utanca bürünür.
“er-Rahman”, yani rahmeti her şeyi kaplamıştır. O’nun rahmetini nasıl sayabiliriz ki? Ama nefsanî isteklerimize ulaşamayınca, Allah’ın bizlere hiçbir ihsanda bulunmadığını zannediyoruz. Dolayısıyla da Allah’ın kaza ve kaderine itiraz eder bir hâle geliyoruz. Sanki bizlere hiçbir nimet vermemiş gibi davranıyoruz. Bu hâlimiz küfran-ı nimettir, nankörlüktür. Bak, Allah sana neler vermiş. Dikkatli ol da, Allah sana verdiği bunca nimetleri nankörlüğün sebebiyle senden geri almasın; nankörlüğün sebebiyle seni lütuflarından mahrum kılmasın.
Eğer bu dünyada nimet ve rahmetleri takdir etmez ve kıymetini bilmezsen, nasıl olur da uhrevî rahmetlere nail olmayı ümit edebilirsin? Eğer şükredersen, Allah da sana olan nimetlerini artırır. Allah onca nimetleri nimetine şükredenler için hazırlamıştır. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Allah’ın rahmeti yüz parçadır. Birini bu dünyaya ait kılmıştır. İşte bu yüzde bir, annenin evladına olan merhametidir. Geriye kalan 99 parçasını ise ahirette iman ehli olanlar için ayırmıştır.
Nitekim Kur’ân’da da buyrulduğu üzere hiç kimse Allah’ın, kendisi için neler hazırladığını bilmiyor:
Hiç kimsecik bilmez onlar için gözleri aydınlatacak ne gizli şeyler var; yaptıklarına karşılık. [1]
Dünyada da rahmetten bir numune vardır. Berzah âlemi ve kıyamet rahmetlerinden bir katre de bu dünyada vardır. Bu küçük ve değersiz dünyada bunca nimet ve rahmete yer verilmiştir. Öyleyse ya Rabbi, ebedî ömür ve diğer âlemler için neler neler yaratmışsın! Elbette o nimetlerin hepsi de burada nankörlük etmeyen kimseler içindir.[2]
Allah’ın şu anda hepimize ihsan buyurduğu bir nimeti de Ramazan ayıdır. Geçen yıl aramızda olan dostunun kabrinin başına git ve ona sor: “Ey dostum, geçen yıl aramızda idin, şu anda nasılsın? Bir arzun var mı?” Eğer melekûtî kulağın varsa, şöyle dediğini işitirsin: “Şu anda bu mübarek ayda yeryüzünde olmayı isterdim. Gündüzleri oruç, geceleri ise ibadet tevfikim olsun ve Kur’ân asla elimden düşmesin isterdim.”
Ey yaz mevsiminde on altı saat boyunca yemek ve içmekten Allah için içtinap eden kimse, şimdi de Kevser havuzundan iç!…
Ey Ramazan ayına saygı gösteren kimse, Allah’ın ebedî nimetlerinden yararlan!…
Resulullah (s.a.a) sevinçli olduğu bir gün şöyle buyurdu:
Seyyidu’ş-Şüheda Hamza ve Cafer-i Tayyar’ı cennette üzüm yerken gördüm. Biraz yedikten sonra üzümler hurma oldu. Bu hurmaların çekirdeği ve ağırlığı yoktu. Misk kokusu fersahlarca uzaktan hissediliyordu. Onlara, “Burada sizler için en iyi olan şeyler nedir?” diye sordum. Hamza şöyle dedi: “Üç şey vardır ki, berzah ve kabir âleminde oldukça ferahlandırır ve sevindiricidir. Birincisi, Ali b. Ebî Talib’in sevgisidir. (Allah’ım, Ali’ye olan sevgimizi artır.) İkincisi, Muhammed’e ve Âl-i Muhammed’e salâvat getirmektir. Üçüncüsü ise, susamış bir kimsenin susuzluğunu gidermektir.”
Eğer susamış birine su verecek olursanız, berzah âleminde sizlere çok faydası dokunur. Bu âlemde birinin gönlünü serinleten bir kimsenin kabirde gönlü serin ve ferah olur.
Ravi diyor ki: Bir yolculuk esnasında İmam Cafer Sadık (a.s) ile birlikte yol alırken yere düşmüş birine rastladık. İmam (a.s), “Git bak susuzluktan yere düşmüş olmasın? Su götür ve kendisine su ver.” dedi. Yanına varınca onu tanıdım. Bir Hıristiyan’dı. Geri döndüm ve İmam’a, “O bir Hıristiyan’dır. Müslüman olmadığı için kendisine su vermedim.” dedim. İmam, “Ona su vermedin mi?” diye itiraz ederek şöyle buyurdu: “Susamış birine su veren herkese ecir vardır.”
Hangi din ve mezhepten olursa olsun, hatta hayvan bile olsa fark etmez. Öyle ki bazen susuz birine su vermek abdest almaktan bile önce gelmektedir. Bu üç şeyin berzah âleminde özel tesirleri vardır. Bazen, öldükten sonra ölmeden bazı işleri yapmamam gerektiğini anlayacağımı, “Ya Rabbi, beni dünyaya geri döndür.” diyeceğimi düşünüyorum. Bu yüzden şöyle diyerek yalvarıyorum: “Ya Rabbi, bana tevfik ver de bana faydalı olan şeyleri yapayım ve dolayısıyla da kabirde ‘Ya Rabbi, beni geri döndür de iyi işler işleyeyim.’[3] dememe gerek kalmasın.”
Hepimiz, Allah’tan bu hacetimizi isteyelim. Allah’tan her hayır için tevfik dileyelim. Şu anda da isteyecek olursak, Allah’ın, lütuf ve keremiyle duamıza icabet etmesi ümit edilir.
Niçin biz Allah’tan istemek hususunda gevşeklik ediyoruz. Hep birlikte Kerim olan Allah’ın kapısına gidelim. Allah, Rahman ve Rahim’dir. Nitekim Kumeyl duasında da şöyle denilmiştir:
“Allah’ım, her şeyi kaplayan rahmetin hakkına senden dilerim…”
[1]- Secde/17
[2]- Hakka/24
[3]- Müminûn/9