İslami Vahdet

Mezhep mi, Mektep mi ?

Ehl-i beyt ahlakından nasiplenmeden, imametten bahsedenlerin düştüğü en büyük çelişki ve yanlıştır mezhep ve mektep ikilemi.
Tüm insanlığın dertlerine derman olabilecek bir mektebi, sığ fikirlerle ve dışlayıcı tavırlarla mezhebi sınırlara hapsedenler, kemiyetin çokluğuna neredeyse iman edip keyfiyeti unutmakta, elleri salarak namaz kılmayı “huşu” zannetmekte, bu uğurda deliller getirip karşı tarafların kutsallarına ve değerlerine hakareti ise “cihad” olarak kabullenmektedirler. Aslında hiçbir fikrin “saldırı” tekniğiyle anlatılması uygun değilken ve diğer düşüncelerle “hikmet ve güzel öğütle çağırmak ve onlarla en güzel şekilde mücadele etmek”(Nahl 125)gerekirken, marjinal olmanın o tuhaf zevkini tadanlar, sanki insanlar mektebi tanımasın diye uğraşı vermekte, onları mektebe düşman kılmak için ellerinden geleni ardlarına koymamaktadırlar.
Bunu yaparken o kadar çok hadis naklederler ki duyanlar İmamların (a.s.) çevrelerindeki “halkı” sürekli tahkir ettiğini, onlarla tüm ilişkilerini askıya aldıklarını, onları müslüman olarak dahi görmediklerini zanneder. Üstelik işlerine geldiğinde alimlerden, müctehidlerden dem vuran bu güruh, kendileri gibi düşünmeyen müctehidlerden örnekler sunulduğunda hemen kıvırmaya başlar ve bu müctehidleri kendilerine uydurmaya çalışırlar. Hatta o kadar ileri gider ki bu kendini bilmez “aydın” müsveddeleri, Seyyid Fadlallah (r.a.) gibi günümüz müslümanlarının yüz akı olan, hizbullahi hareketin kurulmasında, yerleşmesinde ve başarıya ulaşmasında en büyük paylardan birine sahip olan bir alimin şiadaki konumunu, “süfyani sistemin” oyuncağı olan bir bel’amın konumuna dahi benzetirler.
Bu tipler geçmişe saplanıp kaldıklarından, bugün ile hiçbir irtibatı olmayan, geçmişin zalimlerine lanet yağdırmayı mektebin tek düsturu bilen ama bugünün zalimlerine sıra gelince suya sabuna dokunmayan ve bu zalimlerle irtibat kurmayı maslahat sayanbir mantaliteye müptela olmuşlardır. Yaşadığı çağın Muaviyelerine yezidlerine ses çıkarmayıp onların sistemlerinin içine girmeyi hizmet olarak telakki edenlerin yönlendirdiği bu topluluk, çağın muaviyelerince ve onların geçmişteki seleflerince sürekli maddi manevi zulüm altında kalmış, hakla batılı ayıracak gücü kalmamış, çoğu zaman batılı hak diye algılamak durumunda bırakılmış halkı, kendilerine hedef seçip, bütün değerlerine hücum etmekte, halkı haktan uzaklaştırmak isteyen büyük şeytanın ve işbirlikçilerinin ekmeğine yağ sürmektedirler.
Dilleri ve kalemleri halka karşı keskin kılıç olanların oluşturduğu çevrelerin, aslında mektebi mezhebin sınırlarına hapsetmekten başka bir niyetleri ve hedefleri yoktur.Bunlar Şam’dan gelip kendisine hakaretler yağdıran bir adamı “sen yolculuktan gelmişsin” diyerek evinde misafir eden İmam Hüseyin’in (a.s.) veya annesine iftiralar atan halktan bir düşmanına “eğer söylediklerin doğruysa Allah annemi affetsin. Ama yalansa seni affetsin ki iffetli bir mümin kadına iftira atmış oldun” diyen İmam Muhammed Bakır’ın (a.s.) ahlakından zerrece nasiplenmeyenlerdir. Bunlar ne tuheful ukuldaki halkla iyi geçinme, ne de usul-i kafideki vasat ümmet olma ile ilgili hadisleri dikkate almayan ama zalimler için söylenmiş olan hadisleri halka kullanmak üzere dillerine pelesenk edenlerdir.
Bunlar için İslam İnkılabının ve İnkılabın yüce liderinin gerçek anlamda bir değeri yoktur. Bu yüzden vahdet diye bir dertleri de yoktur. Vahdetten bahsettiğimizde “mektebi anlatmayalım mı” derler. Oysa anlattıkları mezheptir. Naklettikleri hadisleri sadece kendilerinin bildiğini sanarak İnkılabi ulemanın (haşa) gaflette olduğunu varsayarlar. Mehdi inkılabına karşı takındıkları tavrın gerekçesi olarak İmam Mehdi’yi (a.s.) göstermeleri de ayrı bir tuhaflıktır. Zira bunlara kalsa tüm yeryüzü küfürle henüz dolmamıştır. İşin tuhafı bu küfürden rahatsızlık duymamalarına, küfrün tecellisi “süfyani sistemleri” ölümüne savunmalarına rağmen, İslam İnkılabına kin kusmalarıdır. Bu durum bunların Mehdi’yi (a.s.) bekleme iddialarının da yalan olduğunun delilidir. Çünkü mezhep bataklığına bu kadar saplanıp kalanların hakka meyletmesi mümkün değildir.
Kur’an ehl-i kitap ile bile aramızdaki ortak kelimede birleşmeyi öngörürken, bunlar aynı Allah’a (c.c.), aynı dine, kitaba, kıbleye, peygambere iman eden müslümanların bir araya gelmelerine dahi tahammül edemezler. İnkılabın vahdet anlayışı gereği tüm müslümanları ve mazlumları kucaklayışından ve zulme karşı direnen ve vahdetten bahsedip çileler çeken tüm müslüman önderlere hak ettikleri saygıyı göstermesinden dolayı İslam İnkılabına tavır almaktan çekinmeyen bu tipler, görünüşte “sünni” olan ama islamla zerrece alakası olmayan “süfyani sistemlerin” partilerinden, başkanlarından, kurumlarından rahatsız olmazlar, onlara oy toplamaktan çekinmezler. Bunlara kalsa tüm toplum şii olsa da bu sistemin varlığı sorun olmaz. Rejimlerin şiileri olmayı hüner bilenler, mektebin kuşatıcılığının yayılmasından da ister istemz rahatsızlık duyarlar.
Oysa İran İslam İnkılabıyla yeniden dirilen İslam’ın en mükemmel temsilcisi olan mektebimiz “mazlumun dini sorulmaz” diyerek, değil farklı mezheplerdeki müslümanları, tüm yeryüzündeki mazlumları kucaklamış ve onların zulme karşı mücadelelerinde hep yanlarında olmuştur. “Vahdetin” zaruret olduğunu bilen İmam (r.a.) ümmetin vahdetini tesis etmek için ömrünü adamış, ümmetin vahdetinin yanısıra tüm yeryüzü mazlumlarının da birleşmelerinin önemine değinmiştir. Hakeza “çağın Alisi” mesabesinde olan İmam Ali Hamaney’de mezhebi farkların ayrışmaya neden olmaması gerektiğini, aslolanın ortak noktaları vurgulamak olduğunu defaatle beyan etmiştir. Bunun dışında hareket edenleri ise her iki imam birden büyük şeytan uşağı olarak bizlere tanıtmıştır.
Tüm bu anlatılanların ışığında mezhep ve mektep bağlılarının özelliklerini maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1- Mektebin bağlıları “müminlere karşı alçak gönüllü kafirlere karşı şiddetli iken”, mezhebi vurguda ısrar edenler bunun tam tersi bir yapıya sahiptir. Geçmişin kafirlerine laneti zikir eyleyen bu grup bugünün “süfyanilerine” biat etmekte, onların sistemlerini savunmakta, onların kurumlarına, partilerine ve sistemin çarklarının içine girmekte bir beis görmemektedirler. Oysa mektebin savunucuları Allah’ın (c.c.) indirdikleriyle hükmeden bir devletin varlığı için çabalamaktadırlar.
2- Yukarıdaki maddeye binaen mektebin temsilcileri İran İslam İnkılabına ve velayeti fakih sistemine gönülden bağlanmakta, emirlerini uygulamak noktasında asla taviz vermemektedirler. Çünkü Resulullah’tan (s.a.a) ve İmam Ali’den (a.s.) sonra kurulmuş olan tek İslam Devletinin İran İslam İnkılabı olduğunu bilirler, mektebin 1400 yıllık mücadelesinin ürünü olan bu İnkılabın değerinin farkındadırlar. Ama mezhebi sınırın hapsinde olanlar İnkılaba “olsa da olur, olmasa da olur” gözüyle baktıkları için, küçük akıllarınca onu sorgulamaktan çekinmemektedirler. İnkılabı sorgulayan bu tipler hiçbir şekilde zulüm sistemlerini sorgulama derdine düşmemektedirler.
3- Mektebin savunucuları, dinine, mezhebine, ırkına, diline bakmadan tüm mazlumların derdiyle dertlenirken, yine aynı şekilde zalimlerin de dini, mezhebi, ırkı, dili ne olursa olsun yıkılmalarının gerekli olduğunu düşünürler. Bu yüzden İmam Humeyni (r.a.) 2500 yıllık şahlık rejimini yıktık derken, mezhebin savunucuları sırf şii olduğu için safevi şahlık rejimini savunurlar. Bizden (!) olan zalim başımız üstüne dercesine, zalimleri mazlumlara tercih ederler.
4- Mektebin İhyacısı olan İmam Humeyni (r.a.) şaha karşı savaşırken, mezhebin temsilcileri şahın karısının elini öpmekte bir beis görmediler. Bu mezhep taassupçuları sırf bir zulmü def ettiği için İmam Humeyni’yi (r.a.) “sünnilerin ajanı” olarak lanse etmekten utanmadılar da.
5- Mektebin önderleri (İmam Humeyni, İmam Hamaney, Fadlallah, Nasrallah, Mutahhari, Beheşti, Rafsancani, Bakır es Sadr, Kaşiful Gıta vb.) vahdeti tesis etmek için uğraşırken, önce ümmetin birliğini sağlayıp, sonra mazlumların birliğine ulaşıp, zalimleri devirmeyi ve adaleti tesis etmeyi hedeflerken, mezhebin ihyacıları zalimlerin açtıkları veya açılmasına izin verdikleri kanallarda ayrılık, tefrika çıkarmaya çalışarak zulmün ömrünü uzatırlar.
6- Mektebin temsilcileri vahdetin mezheplerin ortadan kalkması demek olmadığını, önemli olanın ortak noktalarda bir araya gelme bilinci olduğunu vurgulayarak, Allah’a (c.c.), Resulullah’a(s.a.a.), Kur’an’a iman eden ve aynı kıbleye yönelen herkesin müslüman olduğunu ve birbirinin kardeşi olduğunu beyan ederek, ümmetin gücünün dağılmasını engellemeye çalışırken, mezhebin temsilcileri habire ayrıştırıcı açıklamalarıyla ümmetin bölünmesine ve zalimlerin elinde esir edilmesine hizmet ederler.
Ve daha birçok noktada birbiriyle uyuşmayan ve taban tabana zıt olan mektebi anlayışla mezhebi anlayışın hangisinin büyük şeytanın ve onun işbirlikçi “süfyani sistemlerinin” aleyhinde olduğunu, bu bahsi geçen şeytanların hangisine gerçekten düşman olduklarının farkına varırsak doğru safı da teşhis etmiş oluruz. Bu yüzden biz diyoruz ki İslam İnkılabına ve velayet makamına biatı olmayan, ve onlara saygısı olmayan, İnkılabın ve velayetin düşmanlarıyla dost olan, vahdeti umursamayarak zulmün safında yer alan şii de sünni de büyük şeytanın uşağıdır ve bizler onlardan uzağız. Ama İnkılabı seven, İmama bağlı olan ve saygı duyan ve tüm mazlumları kucaklamayı görev bilip vahdete sımsıkı sarılan şii de sünni de kardeşimizdir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Başa dön tuşu